Sitemizde Ara

  • Azime ACAR

Her sabah Mustafa Kemal'e medya raporlamasını yapan Latife Hanım'dan başkası değildi.

Latife Hanım, gerek İstanbul gerekse Avrupa basınını büyük bir dikkatle her sabah erkenden izliyor, "sabah kahvesi" eşliğinde Atatürk'e raporunu sunuyordu. Mustafa Kemal, kısa sürede Latife Hanım'ın bu hizmetinin tiryakisi olmuştu. Tabii, yaver Salih Bozok, yıllarca yaptığı bu işi kaptırmış olmanın gönül kırıklığını yaşamıştı. Atatürk'ün Başyaveri Salih Bozok'un anılarını aktaran İsmet Bozdağ'ın "İki Aşk Arasında Atatürk" kitabından izleyelim:

"Latife, görevimin bir bölümünü -hemen fark ettirmeden- elimden almış ve kendisi yapmaya başlamıştı! Köşkte en geç yatan o, en erken kalkan yine o idi.
Avrupa gazetelerine abone olmuştu. İstanbul gazeteleri ile birlikte gelen Avrupa gazetelerini Latife hanım alıyor, hepsini büyük bir dikkatle gözden geçiriyor ve gerekli bazı haberleri işaretledikten sonra "sabah kahvesi" ile birlikte odasına giriyordu.

Bir yandan paşa, ağır ağır kahvesini yudumlarken, Latife yerli ve yabancı gazetelerin o günkü haberlerini özetliyor, yorumları anlatıyor, kendisine ait yazılan yazıların da kupürlerini çıkarıp Paşa'ya gösteriyordu. Paşa, buna kısa bir zamanda alıştı ve bu işin tiryakisi oldu."


Gelelim İstanbul'un İzmir'in kurtuluşunun öncesinde yaşadıklarına...

Gelişmeleri İstanbul'da yaşayan iki gazeteci, Akşam'dan Falih Rıfkı Atay ve İkdam'dan Yakup Kadri... İzmir'in kurtuluş haberini almaları ile birlikte Galata rıhtımından Paquet kumpanyasının Lamartine vapuruyla İzmir'e yola çıkan iki gazeteci...

Falih Rıfkı ile Yakup Kadri'nin 9 Eylül 338 tarihli yolculuk vesikalarının arkasında biri Fransızca ve biri İngilizce iki vize vardır. Kadifekale'de Türk bayrağını görünceye kadar İzmir'e çıkıp çıkamayacaklarını bilmeden yola çıkmışlardır. Ama biz şimdi, İstanbul'un Anadolu ile haberleşmesinin koptuğu o günlerde yaşadıklarına dönelim. Hatırlayalım. Birbirimize hatırlatalım. Ve, hiç unutmayalım:

BÜTÜN HABERLEŞME KESİLDİ

"...Gazeteye geldiğim vakit Anadolu'nun birdenbire kapandığını söylediler. İstanbul ve Türkiye'nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkan yoktu.
- Acaba Yunanlılar mı taarruza geçtiler?
- Belki de bizimkiler...


Tarihte hiçbir perde, bu kadar ağır bir kader sırrı üstüne inmemiştir. Ne Rumca ne Ermenice gazetelerde, ne İngiliz ve Fransız ağzı konuşanların sözlerinde merak giderici bir yayıntı bile yoktu.
- Canım biz taarruz edebilir miyiz? Daha geçenlerde FethiBey mütareke aramak için Londra'ya gitti. Ummam ki böyle bir delilik yapalım.
- İhtimal ne cepheyi ve ne de cephe gerisini tutamaz hale geldikler için bir son çare aramışlardır.


Hepimiz Mustafa Kemal'in askerlik dehasına inanırdık. Onun her şeyi, vara olduğu kadar yoka da çevirecek bir zar atmayacağını biliyorduk.
Fakat nasıl haber almalı idi?

Bütün günümüz, adeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil, düşünmekten de kesilmiştik. Zıhrhları ile, tümenleri ve alayları ile Birinci Dünya Harbi düşmanlarının zaferi, hala İstanbul'un surlarında ve sokaklarında idi. Bir tek umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen bir isimdedir. Kapkara perdenin arkasında yalnız onların yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyoruz.

Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı, biz taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk.

YANLIŞ GELEN HABER

Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biriydi. Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık. Onun son destanları 1877 harbinde Pilevne, 1912 harbinde Edirne, sonra da Çanakkale idi. Rumca gazetelerin haberleri ile merakımız biraz azalsa bile kaygımız ateş gibi yanıyordu.

Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu gazeteleriyle yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk.

- Taarruz sökmüş olsa, bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu, geriledik mi? Ah hiç olmazsa, bir iki kasaba alsak da öyle dursak...

Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. Az da olsa bir başarıyı, halk güvenini artırma yolunda kullanmak kolaydır. Bu bir edebiyat işidir. Fakat ya da hiçbir şey yapamadıksa, ya geriledikse?

Mustafa Kemal'e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile...

Akşam üstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada'ya gidiyordum. Aydınlık, ferah bir Ağustos akşamı... Köpüklü, uyanık ve neşeli bir deniz. Güverte tıka basa dolu... Türkçe konuşmayanlarda, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece bu sevinç bizi yıkmaya yeterdi.

"Ne olmuştu" diye sormaktan korkuyorduk.
Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormaksızın onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk. İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki noktada gerilemiştik. Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir halde değil mi idiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da elbette Sevr Andlaşması'ndan daha iyi olurdu.
Fakat içimizdeki sorunun, kimsenin aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi:

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargahı ile beraber esir olmuş...

Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalb denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.

KURTULMUŞTUK...

Türkleri Büyükada Yat Kulübü'nden kovmuşlardı. Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. Bunlar, o akşam cezalarını çekmişlerdir. Çünkü kulupte, Mustafa Kemal'in esir olması şerefine bütün şampanyalar patlıyor, Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyordu. Ada sokakları, çoluk çocuğun çığlıklarıyla geçilmez hale geldi.
Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arıyarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.

Bütün Türkleri, yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?

Meğer bütün karargahı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutan Trikopis esir olmuş...

Size kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani dün kızdığımız o sürüm gazetesi yok mu, meğer resmi tebliğlerin kilometrelerce gerisindeymiş. Yunan ordusunu yok etmişiz ve İzmir'e iniyormuşuz.

Ben ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, orduların ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.

AKŞAM GAZETESİ'NİN MANŞETİ

Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu. İkdam'daki Yakup Kadri'yi aradım, ilk vapurla İzmir'e gitmeyi teklif ettim.

Tuhaf şey; İzmir'in alındığı haberi geldiği vakit, içimizde artık sevinme gücü kalmamıştı. Gönlümüz, uzun ve derin uykuya dalmış gibi idi. Bir hastanın başında günlerce beklemekten sonraki yığılıp kalmaya benzer bir uyku... Hatta daha fazla ağlamalı bir hal... Bir akşam önce şampanya bayramı yapanların yüzlerindeki onulmaz yası gidip görmek düşüncesine bile sevinemiyorduk.

Akşam'ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık; "Elhamdülillah, İzmir'e kavuştuk." Kapıları açmanın imkanı var? Gazeteyi pencereden akıtıyorduk. Alan yüzüne gözüne sürüyordu.

... Akşam Gazetesi'nin matbaa pencerelerinden, sokakta çıldırmış gibi, saçlarını yolan, göğüslerini döven, yerlere yatarak çırpınan halka dağıttığımız sayılar ve bütün sayfayı dolduran klişe: "Elhamdülillah İzmir'e kavuştuk."