Sitemizde Ara


  • Azime ACAR

    "Televizyon gece sana 'yarın bunları, bunları okuyacaksın' 
    diye yazan telgraftır. Gazete ise sabah gelen mektuptur…" 


    Bu sözler, televizyonu gazetenin rakibi görmeyen Umberto Eco'ya ait…

    Dünya Gazeteciler Birliği Strateji Danışmanı Jim Chisholm da "gazetelerin hala en güvenilen ve en çok inanılır bulunan mecra" olduğu inancında

  • Peki, Babıali'nin yeni ve genç yayın yönetmenleri nasıl bakıyorlardı, gazetelerin geleceğine?... 

    Serdar TurgutSedat Ergin ve Fatih Altaylı… 
    Neler yapmayı planlıyorlardı?... 

    Son on yılda giderek birbirine benzeyen gazetecilik, Haluk Şahin'in deyimiyle "kefeni yırtacak mıydı?"… 

    Onlar, umutlu ve iyimser görünüyorlar…
    Medyada taşları yerinden oynatmaya niyetli olduklarını "ısrarla" vurguluyorlar…
    Gazeteciliğin en temel fonksiyonu olan "haber vermek" bu üç genel yayın yönetmeninin baş söylemi…
    Muhabirliğe kan ve can katma niyetindeler...

    Peki, nasıl yapacaklar bunu?

    Kimi uzman muhabirlerle… 
    Kimi Charles Dickens gibi roman tadında yazı yazan yazar muhabirlerle…

    Eski yayın yönetmenlerinden Mehmet Barlas ise Babıali'nin yeni yönetmenlerine en üstteki rütbenin "patronluk" olduğunu hatırlatıyor ve bir öğüt veriyordu…

    Özetle, Türk medyası habercilik refleksini yeniden kazanma derdinde...

    * * *
    Serdar TurgutSedat Ergin ve Fatih Altaylı…

    Üçünün de geçmişinde Hürriyet'in ağırlıklı ve vazgeçilmez bir yeri var… 
    Hürriyet'ten ayrıldıklarında Genel Yayın Yönetmeni koltuğuna geçen bu üç yeni yönetmen, Türk medyasının Amiral Gemisi Hürriyet'e artık rakip…

    Kuşkusuz her yayın yönetmeni, gazetesine kendi kişisel damgasını da vurmakta… 

    Hayata bakışı, siyasi eğilimleri, tecrübesi, kişiliği, tarzı, insan ilişkileri ve gazetecilik mesleği ile kurduğu bağı yansıtmakta… 

    İLK YAPTIKLARI İŞ…

    Fatih Altaylı, Babıali'nin en yeni genel yayın yönetmeni. 

    Yeni yılla birlikte Sabah'ın yönetimini üstlenmiş, 3 Ocak 2006 günü gazetenin künyesine girmişti… 
    İlk işi Ömer Lütfü Mete ve İlker Sarıer'in köşelerini "okunmadığı" gerekçesiyle kaldırmak olmuştu… 

    Tıpkı, geçen yıl Mart ayında Milliyet'in yönetmenliğini üstelenen Sedat Ergin'in ilk iş olarak iki köşe yazarını uzaklaştırması gibi… 

    Serdar Turgut da Akşam'ın yönetmenliğini üstlendiği gün, birkaç köşe yazarı hariç, sıkı bir tasfiyeye gitmişti… Ve, bu stres beyin kanamasıyla günler sürecek bir hastane faslına sürüklemişti onu…

    SEDAT ERGİN: "KÖKLERİMİZE GERİ DÖNÜYORUZ"

    Sedat Ergin… 
    14 Mart 2005'te Milliyet Gazetesi'nin genel yayın yönetmeni olmuştu… 
    Ankara'nın en güçlü gazetecisiydi… 
    Artık, İstanbul'a taşınıyordu…

    Hürriyet'in barında düzenlenen veda gecesinde yaptığı konuşmada, kendisini Yunan mitolojisindeki kahramanlara benzetiyordu; 

    "18 yıl Hürriyet'te çalıştım. Şimdi ona rakip olacak bir gazeteye gidiyorum. Benim için zor bir durum."

    12 yıl sürmüştü Hürriyet Ankara Temsilciliği… 
    Ondan önce de Hürriyet Washington temsilcisiydi… 
    Ondan da önce, Cumhuriyet Ankara Bürosu'nda 13 yıl dışişleri ve parlamento muhabiriydi…

    Onunla ilgili tanımlamaların başında "Gerçek bir haberci", "çalışkan" , "dört dörtlük gazeteci" geliyordu… 
    Hatta, yakın çevresi "askeri darbe yapılmadan önce ona haber veriliyor" esprileri yapıyorlardı… 

    Örneğin, Annan Planı'nı anlaşılır hale getirmek için her sabah işe iki saat erken gelerek, Kıbrıs uzmanlarının bile zorlandığı metni, tek başına deşifre ediyor, herkes için anlaşılır haber diline dönüştürüyordu… 

    İşte bu nedenle, Sedat Ergin'in Milliyet'in başına geçmesini "Köklerimize geri dönüyoruz. Sıkı tutunun" sözleriyle yorumluyordu, Akşam Gazetesi'nden Oray Eğin…

    Ergin'in yeni görevi, pek çok meslektaşında benzer duyguları uyandırıyordu… 

    Hürriyet Gazetesi'nden Doğan Hızlan"komplekssiz gazetecilik" dönemi olarak tanımlıyordu Sedat Ergin'in yayın yönetmenliğini… 

    Hızlan'ın "Ayasofya niye karanlık" yazısını sürdürmüştü Milliyet… 
    Hürriyet'in haberini tamamlamıştı yani… 
    Üstelik, haberin Hürriyet yazarı Doğan Hızlan'ın başlattığını belirterek… 
    Hızlan, işte bu değişen gazetecilik anlayışına değiniyordu…

    Eskiden, bir başka gazetede çıkan haberden sonra genel yayın yönetmenlerinin çalışanlarına söylediği dört kelimeyi hatırlatıyordu; "Haberi gömün. Görmezden gelin."

    Doğan HızlanSedat Ergin'in yaklaşımının iki gerçeği özetlediğini söylüyordu;

    "Haber sonuçlanıncaya kadar peşini bırakmayın. 
    Komplekssiz gazetecilik yaparsanız daha başarılı olursunuz."
     

    Peki, Sedat Ergin ne diyordu? 

    "Türkiye ciddi bir değişim/dönüşümden geçiyor. 
    Bu ülke koalisyonlarla, yetersiz siyasi iktidarlarla 90'lı yılları heba etti. Basın da bu süreçte çok yara aldı. Açıkçası kendimizi koruyamadık. 

    Ama AB süreciyle birlikte tüm kurumlar yeniden tanımlanacak ve yazılı basın daha fazla sorumluluk yüklenmiş olacak."


    FATİH ALTAYLI… VE, UZMAN MUHABİRLER…

    Medyadaki "keskin bıçak" olarak da tanımlanan Fatih Altaylı'ya gelince…

    "Veda etmek var mıydı?" diyordu tam 11 yıldır yazdığı Hürriyet'teki veda yazısında… 
    Ve, yeni yıla Sabah'ın genel yayın yönetmeni olarak giriyordu…

    30 yaşında başlamıştı Hürriyet'teki köşesine… 
    Kendi deyimiyle "gazeteciliğinin en mutlu 11 yılını geçirdiği" Hürriyet'ten "bazen hiç istemeseniz bile ayrılıklar kaçınılmaz oluyor. Nedenini, nasılını anlayamadığınız ve anlatamayacağınız bir biçimde yollar ayrılıyor" diyerek ayrılıyordu… 

    Gazetecilik yaşamına Cumhuriyet Gazetesi'nin spor servisinde başlamıştı… 
    Genel yayın yönetmenliğini "keyifli" buluyordu…

    "Gazetecilikteki hayallerimi gerçekleştireceğim bir konum. Geçmiş dönemlerde olduğu gibi genel yayın yönetmeninin gazetecilik tarafını daha çok kullandığı bir pozisyon oturtmak istiyorum." diyordu..

    Asıl önemsediği konunun "muhabirlik" olduğunu söylüyordu…

    "Bizde bozulma Özal döneminde başladı. Özal, muhabirleri es geçerek doğrudan doğruya patronlarla, Ankara temsilcileriyle, yayın yönetmenleriyle ve çevresindeki bazı yazarlarla muhatap olmaya başladı. 

    Başbakan düzeyinde böyle olunca, diğer haber kaynakları da muhabirleri es geçerek daha yukarıdakilerle irtibat kurmaya çalıştılar. Bu yüzden muhabirlerin önemi azalmaya, ücretleri düşmeye başladı. 

    Ben gazeteciliğe başladığımda bir yayın yönetmeniyle bir muhabirin maaşı arasında uçurum yoktu. Şu anda Sabah gazetesinde en düşük maaş alan muhabirle benim maaşım arasındaki fark yaklaşık 14 kat. Başka gazetelerde bu fark daha fazladır.

    Hal böyle olunca muhabirlik cazip bir meslek olmaktan çıktı. İnsanlar muhabir olmaktan mutsuzluk duymaya başladı. Deneyimli insanlar muhabirlikten koptu. Muhabirlik birdenbire çoluk çocuk işi olarak görülmeye başlandı. Bu durum haber akışını da etkilemeye, gazetelere duyulan güveni sarsmaya başladı."


    Peki ne yapacaktı? 

    "Şimdi ben muhabirleri yüceltmek istiyorum. Haber kaynaklarının veya haberlere konu olan kişilerin benimle değil, muhabirlerle ilişki kurmasını sağlayacağım. 

    Muhabirleri hem manen, hem maddi olarak güçlü bir pozisyona getireceğim. Muhabir hiyerarşisi kuracağım ve bu hiyerarşinin en üst basamağında yer alacak olanlar, yazarlardan ve yayın yönetmeninden daha iyi maaş alacaklar. 

    En tepede uzman muhabirlerimiz olacak. Marka haline gelmiş isimlerimiz olacak."


    SERDAR TURGUT'UN "YAZAR" MUHABİRLERİ…

    Muhabirliğin yıllardır ihmal edildiğini sıkça yazanlardan birisi de Akşam'ın Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut'tu… Muhabir yoksa gazete de yoktur, inancındaydı…

    Fatih Altaylı'nın "uzman muhabir" kavramını, Serdar Turgut "yazar muhabir"olarak tanımlıyordu…

    "… ben yakın gelecekte gazetelerde muhabir ve yazar ayrımının sona ereceğini düşünüyorum. Benim hayalim, muhabirlerin haberlerini bir roman gibi yazabilecek kalitede olmaları hatta haberlerinde roman tekniklerini bile kullanabilmeleridir. 

    Roman teknikleri haber yazmanın parçası haline getirilebildiği takdirde örneğin bir siyasiden mülakat alan muhabir, haberini yazarken mülakatı veren kişinin bulunduğu ortamı, vücut dilini ve daha da önemlisi kişinin iç diyalogunu da yazacak imkanı bulacaktır. 

    İç diyalogu yazmak tabii ki fact'ın değil fiction'un alanına girer. Muhabirlere haber yazarken bu imkan tanınırsa her haber bir roman kadar heyecanlı ve güzel olacaktır. Ben gelecekte bizlerin yöneliminin bu yöne olması gerektiğini düşünüyorum."


    Aslında tarif ettiği bu gazeteciliğin, Amerika'da 1960'larda yeni gazetecilik (new journalism) adı altında başladığını söylüyordu… Ve, bu ekolün Charles Dickens tarafından başlatıldığını hatırlatıyordu;

    "Charles Dickens zamanın Londra'sındaki sefil yaşamları anlatırken yani gazetecilik yaparken roman tekniklerini kullanmıştır."

    "SABAH BİR AMİRAL GEMİSİDİR"

    Fatih Altaylı, gazetesini, Sabah'ı nasıl tanımlıyordu?

    "Sabah halkın gazetesi. Halkın sesi. Statükonun, devletin, şu veya bu kurumun değil. Liberal, özgürlükçü, vatansever, çağdaş değerlere inanmış, devrimci, yenilikçi bir gazete. Halkın tercihlerine ve seçilmişlere saygılı, tarafsız. Batıya dönük ve Atatürk ilkelerine gönül vermiş bir gazete."

    Türk basınının Amiral gemisi kuşkusuz Hürriyet… 
    Ancak, Altaylı Sabah'ı da Amiral gemisi olarak tanımlıyor… 
    Hürriyet 57 yaşında, Sabah ise 20… 
    Artık rakibi olan Hürriyet'in 62 yaşına geldiğinde, Sabah'a yetişmekte zorlanacağıiddiasında… 

    "Sert bir gazetecilik" yapacaklarını söylüyordu; 

    "Helal olsun, korkmadan yazıyorlar, diyecekler. Gazete muhaliftir. Öyle olacağız."

    Ve, kendisine üç yıl süre veriyordu…

    MediaCat Dergisi Şubat sayısına verdiği röportajda, üç yılda Sabah lider olmazsa, çekip gideceğini açıklıyordu…

    "BU YAZIYI SAKLAYIN!"

    Serdar Turgut'un Akşam'ı nasıl bir gazeteydi?
    Genel Yayın yönetmeni olarak kendine ne tür hedefler koymuştu Serdar Turgut?… 

    O, hayalleri olmayan bir insanın gazete yönetmesinin de imkansız olduğunu düşünüyordu…
    Hayali mi?...

    "Türkiye'de modern milliyetçi muhafazakâr metropol insanlarının şu anda gazetesiz olduklarını düşünmekteyim. 

    Ve benim en büyük hayalim, bu sentezi kendinde yapmış olduğuna inanan bir okuyucu olarak kendimin olarak gördüğüm, içinde kendi hayatımı ve düşüncelerimi bulabileceğim bir gazeteye kavuşmaktı.

    Modern metropol insanı bu gazetede kendi yaşamını, duyarlılıklarını, endişelerini yansıtan haberler bulacak ve de vatanı ilgilendiren olaylarda korkusuzca ÖNCE VATAN diyerek haberleri sunacak bir gazete istiyorum ben."


    Serdar Turgut"Bu yazıyı saklayın ve sözümü tutamazsam ileride suratıma çarpın" diye ekliyordu…

    Ancak, bu milliyetçi muhafazakar ve modern çizgi meslektaşlarının da kafasını karıştırıyordu… 

    Yazgülü Aldoğan Posta'daki köşesinde şöyle yazıyordu;

    "Hürriyetteyken New York, NewYork diye ağlayan, Amerikan felsefesi yaşam biçiminin tipik bir hayranı, snop bir entelektüelken gazetesini o çizgiye çekememesi nedeniyle yayın yönetmeni olmamış mıydı? 

    Bir Amerikan üslubu olan; semboller üzerinden meram anlatma takıntısı yüzünden 'penis ve Rana' yazılarına az mı katlanmak zorunda kalmıştık? Şimdi başımıza neler gelecek? Bayrak, minare, vatan edebiyatı mı? 

    Allahım, sen yayın yönetmenlerine sağlık afiyet ver, akıllarını, fikirlerini, beyinlerini ve kalplerini koru Yarabbim! Biz okurlarının da sabrını büyük tut, Yarabbim..." 


    Gelelim Sedat Ergin'in Milliyet'ine..
    "Milliyet aile gazetesi olacak" diyordu… 

    "Gazetelerdeki cinsellik teşhiri beni çok rahatsız ediyor. Ailelerin ve çocukların okurken rahatsızlık duymayacakları bir gazete hedefliyoruz."

    EN ÜST RÜTBEDEN BİR ÖNCEKİ… VE BARLAS'IN ÖĞÜD܅

    Eski bir genel yayın yönetmeninin, Mehmet Barlas'ın gazetecilik mesleğinin "en üst rütbeden bir önceki" olarak tanımladığı bu görevi üstlenenlere bir öğüdü vardı… Barlas'a göre en üstteki rütbe "patronluk"tu… 

    Ama Türkiye gibi ülkelerde patronların da patronu olduğunu hatırlatıyordu… Devlet, iktidar…

    O nedenle, okurun beklentileriyle patronun çıkarları arasında denge kurmaktan söz ederken, çok eskilerden bir örnekle, şu öğüdü veriyordu;

    "Hasan Pulur, Hürriyet'e girdiğinde o zamanki patron Erol Simavi'ye 'Ben kime karşı sorumluyum' diye sormuş. O da Cağaloğlu'ndaki binada bulunan odanın penceresini açıp, sokaktaki insanları göstermiş ve 'bunlara karşı sorumlusun' demiş.

    Eski çamlar şimdi bardak olduğuna göre, artık medyanın her odasında, biri içe diğeri dışa açılan iki pencere bulunduğunu hep hatırlamalı, genel yayın yönetmenleri."


    Babıali'nin üç yeni yayın yönetmeni… 
    Gazetelerin yeni rotalarını işte böyle umutla ve iyimserlikle çiziyorlardı… 

    Özetle, habercilik refleksini yeniden kazandırma derdindeydiler…
    Son on yılda giderek birbirine benzeyen gazeteler, Haluk Şahin'in deyimiyle "kefeni yırtmayı" becerecekler mi dersiniz!...